Kan rengi
güneşin ufuk çizgisine değdiği andan itibaren hızlanarak dünya tarafından
yutulduğu, alacakaranlığın birden hakim olduğu, denizden gelen hafif meltem
esintisinin yüzünü yalayıp içini
ürperttiği, soğuğun giydiği hırkanın içine işlediği, insanın tüylerini diken
diken eden, bir akşam vaktiydi ve gözleri ağlamaktan şişmiş, morlukları belli
belirsiz görünen, yıllardır çektiği acılardan kamburlaşmış vücudunu oturduğu
plastik iskemlenin rahatsız sırtına yaslamış, kesik kesik, zorlukla nefes alan kadın
elindeki, ablasının tavsiyesi ile Tarlabaşı’nda gittiği, küf kokan,
izbe apartmanda buluştuğu çingene falcıdan aldığı tozu içinde erittiği çay fincanını,
binbir güçlükle öne doğru eğilerek, titreyen eliyle, onu bu çektiklerinden
kurtaracak iksiri dökmemek için aşırı özen göstererek, karşısındaki, ona
işkence gibi bir hayat yaşatan, yumruğunu, tokadını, küfrünü esirgemeyen,
hayatın tüm yükünü tek başına taşıyormuşçasına, omuzları, avurtları çökmüş,
dişleri içtiği otlardan dökülmüş, dökülmeyeni ise sararmış, bir zamanlar
hayatındaki herkese karşı çıkarak kaçtığı, ilk ve tek erkeği iken, bulamaca
dönmüş beynini daha da bulandıracak uyuşturucuyu temin etmek için canından çok
sevdiğini iddia ettiği karısını önce arkadaşlarının, sonra da sokakta bulduğu,
kadına aç her erkeğin koynuna sokacak kadar alçalan adama, son bir gayretle uzattı
ve gözlerini yumarak beklemeye başladı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder