Canımdan çok sevdiğim, varlık sebebim,
Bülent’im,
Benden hiçbir zaman haz etmedin, biliyorum.
Bana hiçbir zaman değer vermedin, onu da biliyorum. Ama son üç yıldır,
hayatında hiç olmamışım gibi davranıyorsun ya, işte ben ona içerliyorum. O
yüzden oturup, sana bu mektubu yazmaya karar verdim. Yazdıklarımı bir oku, eğer
senin hayatında bahsi bile geçmeyecek kadar değersiz olduğumu düşünüyorsan hala,
inan seni bir daha rahatsız etmeyeceğim.
Senin benim varlığımın farkına varman
üniversiteye başladığın sene olsa da, hayatının ilk onsekiz yılını çok iyi
biliyorum. Ama o kısım çok önemli değil. Sonrasında yaşadıklarımız benim
açımdan daha kıymetli.
Kantindeydin. Kafanda o dönemde Teknik
Üniversite’de hiçbir öğrencinin giymediği fötr şapkan, ağzında kısa Camel, rıfkı
almaza dönüyordunuz ki beni farkettin. İlk şaşkınlığın dün gibi aklımda. Sana
kendimi göstermenin zamanı geldiği için çok heyecanlıydım. O gün benim
doğumgünümdü. Şişelerce bira tükettik birlikte. Gece uykusuz gözlerinden, biraz
da alkolün etkisiyle dökülen yaşlar hep benim marifetimdi.
Tam dört yıl görüşmedik. Sen okulunu
bitirdiğin günün akşamında bovling oynarken tanıştığın İngiliz adamların
fabrikasında çalışmaya başladığında, aklında sadece kariyerin vardı. Altı ay
sonra kendimi hatırlatmanın zamanı geldi diye düşündüm. Çınar otelin saunasında
çıktım karşına. Unutulmaz bir üç hafta geçirdik seninle. En uzun ve en tatlı
birlikteliğimizdi. Ne evde, ne de işte seni hiç yalnız bırakmadım. Patron
müdürünü işten atıp, seni kesimhane ve modelhanede çalışan yüzelli kişinin
başına geçirdiğinde de yanındaydım. Ama her buluşmamız gibi bu da senin
için mutlu, benim için hüsran dolu
sona erdi.
Evlendiğin gün de aklımdan hiç çıkmıyor. Sıcak
bir yaz akşamı, yeşillikler içerisinde bir bahçe, çello ve kemandan yükselen o
tatlı melodi. Tüm sevdiklerin ve ben yanındayız. Pachelbel Canon eşliğinde
kolunda Işıl ile yürümeye başladığında beni fark etmeni çok istedim ama
yapamadım. Seni, sana kendimi hissettirmekten imtina edecek kadar çok seviyorum
Bülent.
Beraber çıktığımız tüm yolculukların bende
ayrı bir hatırası var. Los Angeles unutulmazdı. Uçakta hiç konuşmadık ama otele
varır varmaz küveti doldurup benimle beraber içine girdiğin an anladım aslında
birlikteliğimizin acı ve tatlı anlarını sadece benim arzulamadığımı.
Romanya’da, Çeşme’de, Hong Kong’ta, Yeni Delhi’de yanında sadece ben vardım.
Hele o Cunda tatili. Üç gün boyunca yataktan çıkmadık.
Bazen de sen istedin benim gelmemi.
Askerdeyken mesela. Çok sıkılmıştın. Yirmisekiz gün sana yirmisekiz ay gibi
gelmişti, İzmir’in buz gibi Gaziemir tepelerinde. Yine soğuk bir gecede bana
gel dedin. Yıldızlar nasıl da parlaktı o gece. Gündüzden ıslanmış toprağa
uzanmış gökyüzünü seyrederken, “keşke” dedin, “gelse de beni bu işkenceden
kurtarsa”. Geldim. Ne zaman çağırsan geldim. Son haftan sayemde sıcacık bir
yatakta benimle beraber geçti.
Varlığımı hep hissettin. Hissettiğinde
nefret ettin ama görünce hep mutlu oldun.
Yanında, sağında, solunda, yatağında, bazen
seni ağlattım, ter içinde bıraktım, sarhoş ettim, başını döndürdüm, içini
acıttım. Ama beni her gördüğünde acıların diniverdi birdenbire.
Ama şimdi…
Şimdi sanki ben hiç olmamışım gibi umarsız
bir şekilde devam ediyorsun hayatına. Sanki beni hiç görmemişsin gibi. Sanki
hiç buluşmamışız, kavuşmamışız gibi. Halbuki tam ellidört kez buluştuk. Evet,
sayıyorum her buluşmamızı, hepsinin derin izi var bende. Bazıları birkaç saat,
en uzunu üç hafta sürdü. Görmesen de, varlığına ya da doğruluğuna inandığın bir
çok şey olduğunu biliyorum. Beni hissetmediğinde umursamamanı bu yüzden
kabullenemiyorum.
Ben seninle nefes alıp veriyorum, ne olur
beni ihmal etme artık. Biliyorum beni özlediğini.
Hem bunu sana sadece ben söylemiyorum.
Ender Bey’in tavsiyesini de unuttun. Arada bir mutlaka benim ne durumda
olduğumu merak etmen gerekiyor.
Hazır Maçka’dasın, kapıdan çıkıp sağa
saparsan ikiyüz metre sonra Elif’in muayenehanesi var. Kesin ordadır. Bir film
çektirsen beni göreceksin.
Hasretle öpüyorum yanaklarından.
Biricik böbrek taşın
Kalsiyum Oksalat