Keşke çaldırsaydım
o telefonu birden fazla…
Nasıl da
geçmişti hiç bitmesin istediğim ders yılı.
Son cuma ve
ben nefes alamıyorum. Alıyorum da ciğerlerimi dolduramıyorum. “Acaba nefesimi
tutsam, hiç vermesem doyar mıyım oksijene? ” diye düşünüyorum.
Sonra zil
çalıyor. Son tenefüs.
Kapıdan ilk
ben çıkıyorum. Çıkmıyorum, fırlıyorum delicesine. “Merdivene ilk varan ben
olursam, bana bakacak” diyorum içimden. Sınıfının kapısı henüz açılmamış.
Yetiştim.
Bekliyorum,
kalbim ağzımda.
Kapı
açılıyor ve sınıftan sen çıkıyorsun. İnsan bu kadar mı özler bir saatte?
Özlemişim. Kıvır kıvır saçlarını özlemişim. Kemerli burnunu özlemişim. Pembe
dudaklarını özlemişim. Herkeste var, ama ben senin gri eteğini, beyaz gömleğini
özlemişim. En çok da gözlerini, nehir gözlerini özlemişim. Bana baksınlar diye
kıvranıyorum, bakıyorlar, merdivene ilk varmış olmanın mükafatı olarak.
Yakalıyorum o bakışları, yanaklarım yanıyor. Muhtemelen ağzım açık, bakıyorum
gözlerine. Gülümsüyorsun. Gülümseyemiyorum. Sadece bakıyorum. Yanımdan geçiyorsun,
dokunamıyorum. Sadece kokluyorum.
Ah o kokun!
Bir de sabah
geçmiştin yanımdan, farketmeden. O zaman çekmiştim derin derin içime kokunu.
Ancak o zaman tam doluyor ciğerlerim. Seni koklayınca. Manolya kokuyorsun.
Deniz kokuyorsun. Yaz kokuyorsun.
Bu tenefüs,
son şansım. Karneler verildikten sonra herkes dağılacak, ancak üç ay sonra
görüşebileceğiz. Hiç yalnız kalmıyorsun. Yanına gelemiyorum. Gelsem konuşabilir
miyim bilmiyorum.
-
“Kal gelmiş oğlum yine sana.” diyor Memo arkamdan.
-
“Bana bigmek ısmarlayacak mısın Taksim’de” diye soruyor.
-
“Lan ne yaptın ki hak edecek?”
-
“Aylin’den telefonunu aldım Ahu’nun evinin.” diyor, başım dönüyor.
Sonrası
hayal…
Karnemi,
teşekkür belgemi almışım. Taksim’e gitmişiz yürüyerek. Bab-ı Ali yokuşu,
Sirkeci, Galata Köprüsü, İstiklal Caddesi hep hayal… Mekdanıldsta yenen bigmek,
Yeşilköy dolmuşu ve eve varış.
Cuma akşamı
uyku yok, gecenin karanlığında, karanlık odamda dikmişim gözlerimi odanın
köşesine, görmüyorum hiçbirşey. Gözkapaklarımın arasına sen sıkışmışsın,
kapatamıyorum. Bekliyorum. Sabah olsun diye bekliyorum.
Oluyor.
Arasam mı?
Arasam da ne desem? Ya o açmazsa telefonu. Ya o açarsa telefonu. Koca
cumartesiyi yiyorum.
Yine gece.
Yine karanlık. Yine aynı karanlık köşe.
Pazar sabahı
herkesten önce kalkıyorum. Telefonun başına çöküyorum, bekliyorum. Sanki sen
arayacakmışsın gibi bekliyorum. Aramıyorsun. Arayamazsın, sende benim numaram
yok. Ahizeyi kaldırıyorum. Parmağımı sokup çeviriyorum. İçimden sizin evin
numarasındaki her bir sıfıra ve dokuza ayrı ayrı küfür ediyorum, aramıza
giriyorlar diye. Bir kere çaldırıp hemen kapatıyorum.
Telefonun
başından kalkıp dolanıyorum evde. Çay koyuyorum. Yetmiyor. Dolaptan tereyağ,
yumurta, zeytin, beyaz peynir, reçel ve balı çıkartıyorum. Kapıya gazete
gelmiş, içinde ekmek. Alıyorum, dilimliyorum. Yumurta kokusuna uyanıyor ev
ahalisi.
Kahvaltı,
orta şekerli türk kahvesi, gazete ve ardından televizyonda kovboy filmi. Karşısında
oturuyorum, ama seyretmiyorum. Sadece bakıyorum, gözlerim açık. “Biter bitmez
arayacağım” diyorum. “Keşke sabah çaldırsaydım birden fazla” diyorum.
Olsun, şimdi
uyanmıştır. O da kahvaltı etmiştir. Hatta belki aynı filme bakmışızdır.
Gazetede aynı haberleri, aynı anda okumuşuzdur. Gülümsüyorum di end yazısına
bakarak.
Abimin
odasına geçiyorum ve telefonda yine aynı numaraları teker teker çeviriyorum
sabırla. Bu kez çaldırıyorum. Bir, iki, üç, beş, yedi… On kez çalıyor, açan
yok. Tekrar çeviriyorum. Açınca sana anlatacaklarımı düşünerek.
“Ahu”
diyeceğim. “ Ahu, ben seni çok özlüyorum. Ahu, ben seni çok seviyorum. Ahu, ben
sana aşığım. Kıvırcık saçının her teline, nehir yeşili gözlerine,
söyleyemediğin “r”lere, yüzündeki çillere, yanağındaki gamzene, minnacık
ellerine aşığım. Yaz çok uzun, ne olur görüşelim.” diyeceğim.
Açmıyor. Hiç
kimse açmıyor.
Pazar günü
kararıyor. İçim kararıyor. Odam kararıyor. Uyumak istemiyorum. “Keşke sabah
çaldırsaydım birden fazla” diyorum. İki gecedir uyumamışım, dalıyorum. Hiç
uyanmayacakmış gibi derin uyuyorum.
Rüyamda
sahilde, minik elin elimde. Deniz kenarında bir ayrı güzel kokuyorsun Ahu’m.
Duruyorsun ve sımsıkı sarılıyorsun bana.
- “Hiç ayrılmayacağız” diyorsun.
Parmakların
saçımda, dudaklarım dudaklarında. Nefesini öpüyorum uzun uzun. Ağlamak
istiyorum. Mutluyum. Uzaklarda bir telefon çalıyor. Bakıyorum, ileride bir
telefon kulübesi. Israrla çalıyor.
- “Bakma, cevap verme sakın, hep
yanımda kal” diyorsun.
- “Aşkım” diyorum.
- “Birtanem, yazgülüm, bal dudaklım, hayatım”
diyorum.
Telefon
susmuyor.
Sonra
susuyor. Kapım açılıyor. Annem “Memo” diyor, “seni arıyor”.
Ağlıyor
Memo. Telefonda ağlıyor.
Ahu… İstinye,
yokuş, Murat 124…
Duymuyorum.
Anlamıyorum.
“Çaldırsaydım”
diyorum o telefonu birden fazla.
Ata binmeye
gider miydin o sabah yine, arabaya biner miydin, İstinye yokuşunda sıkıştırır
mıydı Murat 124 teki o şerefsizler seni, direksiyonu kırar mıydın yine, karşı şeritte
bekleyen Azrail’in üzerine, beni bırakıp gider miydin ?
Bülent???
YanıtlaSilSozlerini duyamadi belki ama kalbinin taa icini gordu bence
YanıtlaSilSevgiler rehberimiz her yerde...her boyutta
Sehnaz
SilSehnaz
SilSozlerini duyamadi belki ama kalbinin taa icini gordu bence
YanıtlaSilSevgiler rehberimiz her yerde...her boyutta