9 Mart 2015 Pazartesi

Platonik Pişmanlık



Keşke çaldırsaydım o telefonu birden fazla…

Nasıl da geçmişti hiç bitmesin istediğim ders yılı.

Son cuma ve ben nefes alamıyorum. Alıyorum da ciğerlerimi dolduramıyorum. “Acaba nefesimi tutsam, hiç vermesem doyar mıyım oksijene? ” diye düşünüyorum.

Sonra zil çalıyor. Son tenefüs.

Kapıdan ilk ben çıkıyorum. Çıkmıyorum, fırlıyorum delicesine. “Merdivene ilk varan ben olursam, bana bakacak” diyorum içimden. Sınıfının kapısı henüz açılmamış. Yetiştim.

Bekliyorum, kalbim ağzımda.

Kapı açılıyor ve sınıftan sen çıkıyorsun. İnsan bu kadar mı özler bir saatte? Özlemişim. Kıvır kıvır saçlarını özlemişim. Kemerli burnunu özlemişim. Pembe dudaklarını özlemişim. Herkeste var, ama ben senin gri eteğini, beyaz gömleğini özlemişim. En çok da gözlerini, nehir gözlerini özlemişim. Bana baksınlar diye kıvranıyorum, bakıyorlar, merdivene ilk varmış olmanın mükafatı olarak. Yakalıyorum o bakışları, yanaklarım yanıyor. Muhtemelen ağzım açık, bakıyorum gözlerine. Gülümsüyorsun. Gülümseyemiyorum. Sadece bakıyorum. Yanımdan geçiyorsun, dokunamıyorum. Sadece kokluyorum.

Ah o kokun!

Bir de sabah geçmiştin yanımdan, farketmeden. O zaman çekmiştim derin derin içime kokunu. Ancak o zaman tam doluyor ciğerlerim. Seni koklayınca. Manolya kokuyorsun. Deniz kokuyorsun. Yaz kokuyorsun.

Bu tenefüs, son şansım. Karneler verildikten sonra herkes dağılacak, ancak üç ay sonra görüşebileceğiz. Hiç yalnız kalmıyorsun. Yanına gelemiyorum. Gelsem konuşabilir miyim bilmiyorum.

- “Kal gelmiş oğlum yine sana.” diyor Memo arkamdan.
- “Bana bigmek ısmarlayacak mısın Taksim’de” diye soruyor.
- “Lan ne yaptın ki hak edecek?”
- “Aylin’den telefonunu aldım Ahu’nun evinin.” diyor, başım dönüyor.

Sonrası hayal…

Karnemi, teşekkür belgemi almışım. Taksim’e gitmişiz yürüyerek. Bab-ı Ali yokuşu, Sirkeci, Galata Köprüsü, İstiklal Caddesi hep hayal… Mekdanıldsta yenen bigmek, Yeşilköy dolmuşu ve eve varış.

Cuma akşamı uyku yok, gecenin karanlığında, karanlık odamda dikmişim gözlerimi odanın köşesine, görmüyorum hiçbirşey. Gözkapaklarımın arasına sen sıkışmışsın, kapatamıyorum. Bekliyorum. Sabah olsun diye bekliyorum.

Oluyor.

Arasam mı? Arasam da ne desem? Ya o açmazsa telefonu. Ya o açarsa telefonu. Koca cumartesiyi yiyorum.

Yine gece. Yine karanlık. Yine aynı karanlık köşe.

Pazar sabahı herkesten önce kalkıyorum. Telefonun başına çöküyorum, bekliyorum. Sanki sen arayacakmışsın gibi bekliyorum. Aramıyorsun. Arayamazsın, sende benim numaram yok. Ahizeyi kaldırıyorum. Parmağımı sokup çeviriyorum. İçimden sizin evin numarasındaki her bir sıfıra ve dokuza ayrı ayrı küfür ediyorum, aramıza giriyorlar diye. Bir kere çaldırıp hemen kapatıyorum.

Telefonun başından kalkıp dolanıyorum evde. Çay koyuyorum. Yetmiyor. Dolaptan tereyağ, yumurta, zeytin, beyaz peynir, reçel ve balı çıkartıyorum. Kapıya gazete gelmiş, içinde ekmek. Alıyorum, dilimliyorum. Yumurta kokusuna uyanıyor ev ahalisi.

Kahvaltı, orta şekerli türk kahvesi, gazete ve ardından televizyonda kovboy filmi. Karşısında oturuyorum, ama seyretmiyorum. Sadece bakıyorum, gözlerim açık. “Biter bitmez arayacağım” diyorum. “Keşke sabah çaldırsaydım birden fazla” diyorum.

Olsun, şimdi uyanmıştır. O da kahvaltı etmiştir. Hatta belki aynı filme bakmışızdır. Gazetede aynı haberleri, aynı anda okumuşuzdur. Gülümsüyorum di end yazısına bakarak.

Abimin odasına geçiyorum ve telefonda yine aynı numaraları teker teker çeviriyorum sabırla. Bu kez çaldırıyorum. Bir, iki, üç, beş, yedi… On kez çalıyor, açan yok. Tekrar çeviriyorum. Açınca sana anlatacaklarımı düşünerek.

“Ahu” diyeceğim. “ Ahu, ben seni çok özlüyorum. Ahu, ben seni çok seviyorum. Ahu, ben sana aşığım. Kıvırcık saçının her teline, nehir yeşili gözlerine, söyleyemediğin “r”lere, yüzündeki çillere, yanağındaki gamzene, minnacık ellerine aşığım. Yaz çok uzun, ne olur görüşelim.” diyeceğim.

Açmıyor. Hiç kimse açmıyor.

Pazar günü kararıyor. İçim kararıyor. Odam kararıyor. Uyumak istemiyorum. “Keşke sabah çaldırsaydım birden fazla” diyorum. İki gecedir uyumamışım, dalıyorum. Hiç uyanmayacakmış gibi derin uyuyorum.

Rüyamda sahilde, minik elin elimde. Deniz kenarında bir ayrı güzel kokuyorsun Ahu’m. Duruyorsun ve sımsıkı sarılıyorsun bana.

-       “Hiç ayrılmayacağız” diyorsun.

Parmakların saçımda, dudaklarım dudaklarında. Nefesini öpüyorum uzun uzun. Ağlamak istiyorum. Mutluyum. Uzaklarda bir telefon çalıyor. Bakıyorum, ileride bir telefon kulübesi. Israrla çalıyor.

-       “Bakma, cevap verme sakın, hep yanımda kal” diyorsun.
-       “Aşkım” diyorum.
-       “Birtanem, yazgülüm, bal dudaklım, hayatım” diyorum.

Telefon susmuyor.

Sonra susuyor. Kapım açılıyor. Annem “Memo” diyor, “seni arıyor”.

Ağlıyor Memo. Telefonda ağlıyor.

Ahu… İstinye, yokuş, Murat 124…

Duymuyorum.

Anlamıyorum.

“Çaldırsaydım” diyorum o telefonu birden fazla.

Ata binmeye gider miydin o sabah yine, arabaya biner miydin, İstinye yokuşunda sıkıştırır mıydı Murat 124 teki o şerefsizler seni, direksiyonu kırar mıydın yine, karşı şeritte bekleyen Azrail’in üzerine, beni bırakıp gider miydin ?


5 yorum:

  1. Sozlerini duyamadi belki ama kalbinin taa icini gordu bence
    Sevgiler rehberimiz her yerde...her boyutta

    YanıtlaSil
  2. Sozlerini duyamadi belki ama kalbinin taa icini gordu bence
    Sevgiler rehberimiz her yerde...her boyutta

    YanıtlaSil