Önünde duran
boş kadehe uzun uzun baktı. Onun getirdiği Lagavulin şişesinin kapağını açıp
tepeleme doldurdu. Şişeyi elinden bırakmadan kadehi kafasına dikip boşalttı.
Onunla konuşmadan kafasının bulanmasına ihtiyacı vardı. İkinci kadehi tek
doldurdu ve şişeyi önündeki sehpanın üzerine bırakıp arkasına yaslandı.
Nasıl
bağlanmıştı bu kadar kısa sürede. Daha üç ay önce, klübe girdiğinde gözgöze
gelmişlerdi. Etrafında olup biteni umursamayan bir şekilde dans ederken
yakalamıştı gözlerini. Etrafta o kadar insan varken bir an bile başkasına
bakmamıştı. Sabaha karşı, mesaisi bitince, hiç konuşmadan kapıda birbirlerine
sarılmışlar ve Nişantaşı’ndaki eve gidip öğlene kadar sevişmişlerdi.
Daha önce hiç
kimseyle birlikteyken kendisini böyle savunmasız hissetmemişti. Savunmasız ama
huzurlu. Teslim olmuş ama memnun.
Şimdi yarı
sarhoş, ondan telefon gelmesini bekliyordu. Aramayacak diye geçirdi içinden. Bu
gece başkasının koynunda. Düşüncesi bile ikinci kadehi tek nefeste bitirmesine
yetti. Daha fazla içmemeliydi. İçerse ona yalvaramamaktan korkuyordu. Çalıp
çalmadığına emin olmak için telefona uzandı. Ne bir mesaj, ne bir cevapsız
çağrı.
İstemeden, refleksle
üçüncü kadehi doldurduğu sırada çaldı telefonu. Albinoni’nin “Adagio G Minör”ü
yankılandı evin boş duvarlarında. Yanıtlamak için tuşa basmadan önce gözlerini
kapayıp çellonun sesini doldurdu beynine. Sonra bir telaş yes tuşuna bastı.
Onun sesi de en az çello kadar doyurucuydu. Duyduklarını söyleyeceğini biliyordu ama içtiği viski
miktarı tahammül etmesine yetmemişti. Bağırmak istiyor, “Ben sensiz nefes
alamam” demek istiyordu, “Yalvarırım bir şans daha ver”.
Ama fırsat
bulamadan kapandı telefon.
Bitmişti.
Hayatını
değiştirdiğini düşündüğü dansçı sevgilisi ile yaşadığı aşk bitmişti.
Derin bir nefes
aldı. Doldurup içmeye fırsat bulamadığı üçüncü kadehi bir dikişte bitirdi.
Ayağa kalktı, sendeledi. Elindeki boş kadehi karşısındaki duvara fırlattı.
Aynanın karşısına geçti. Üzerindeki bornozu çıkardı. Önce gözlerine baktı. Sonra
dudaklarına. Onunla tanıştığından beri kazımayı bıraktığı dazlak kafasına. Geniş
omuzlarından göğüslerine indi bakışları. Ardından gözü bacak arasında duran işe
yaramaz et parçasına ilişti. Hem nefret, hem aşk ile baktı çıplak bedenine.
Yarım saat
sonra sokaktaydı. Önce Harbiye’ye doğru yürüdü, yanından tek tük geçen
arabaların kornalarına aldırmadan. Çalıştığı Love Dance Point’un önündeki
afişten kendisine şehvetle bakan gözlerini gördü sevgilisinin. Cebinden
çıkardığı falçatayla önce sağ gözünü, sonra sol gözünü çıkardı karşısındaki
yüzün. Kendisinden sonra hiç kimseye, ona baktığı gibi bakamasın diye.
Yoluna devam
etti. Hilton otelinin önüne kadar yürüdü. Önünde duranlara, camı indirip
kendisi ile konuşmak isteyenlere bakamıyordu. Üç ay sonra, aynı yere geri
dönmüştü. Hiç geri dönmeyeceğini düşündüğü sokaklara. Gözlerinden süzülen
yaşlara engel olmuyordu artık.
Kafasını gelen
arabalara doğru çevirdi, hızla yaklaşan bir Mini Cooper’ı gözüne kestirdi. Ani
bir hareketle kendini yolun ortasına bıraktı, kaporta kalçasına temas ettiği
anda gözgöze geldi direksiyondaki şaşkın delikanlıyla. Ayağındaki kırmızı
topuklu ayakkabının fırladığını gördü havada uçarken. Bembeyaz, mini bir elbise
giymişti bu gece, kefen niyetine. Kafası arabanın camına vurduğunda siyah
peruğu takılıp kaldı, bedeni havalanıp arkadan gelen otobüsün önüne doğru
savrulurken son gördüğü “Garaja Gider” yazısı oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder